MEŞRUTİYET
Hükümdarların başkanlığı altında
anayasalı parlamento idâresi. Bu idâre şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk
tarafından seçilen bir meclis vardır. Osmanlı tarihinde 23 Aralık 1876’dan 13
Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan iki
ayrı devreye meşrûtiyet devirleri adı verilir.
Batı’da
demokrasinin tekamülü, halkın ekseriyetine mâlolan büyük ve çoğu kanlı
mücâdeleler netîcesinde mümkün oldu. Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde
halk, ülke idâresinde söz sâhibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı.
Çünkü Osmanlı idâresi, bir hânedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün
işleri İslâmiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her
köşesinde adâlet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi. Avrupa’daki hânedanlar ve
krallar ise keyfî idâreleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi.
Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrûtiyet hareketleriyse, halktan gelen birer
hareket olmadı. Bâzı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup
insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri
neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihânete kadar vardı. 1850’li yıllara
kadar Osmanlı pâdişâhı, devletin ve milletin sâhibi olarak, bütün güçleri
elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi. Ayrı din ve milliyetlerden
müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idâresinde bundan başka bir şekil
düşünmek de mümkün değildi. Nitekim günümüzde de şeklî görüşü ne olursa olsun
muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur.
Osmanlılarda
hükümdârın temsil ettiği kuvvetlerin ve sâhip olduğu yetkilerin elinden
alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin
gelişmesine değil, devletin birlik ve berâberliğinin kaybolmasına yol açtı.
Aslî unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde
değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi
hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük
rol oynadı. Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyâletlerde kiliselerden
kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir
harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp,
bağımsızlıklarını kazandılar. Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan
parlamento müessesesi ancak millî bir devlet yapısı içinde aslî fonksiyonunu
kazanabilmektedir. Aksi hâlde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir.
Meselâ, Birinci Meşrûtiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri
bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce
târihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı.
Meşrûtiyet
rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan
kurtarabilecek yegâne çâre olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti tedricen dünyâ
siyâsetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. On yedinci
yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanâyi inkılâbını
gerçekleştirip, teknolojik sâhada önemli mesâfeler almaya başlaması üzerine,
dünyâ siyâsetindeki ağırlıkları artmaya başladı. Sanâyileşme gayretleri
içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi
dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı. Gerilemesinin esas
sebebi din ve kültürü değil, değişen dünyâ şartlarına intibak edememesiydi.
Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar
eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı. Türk târihindeki
her ilerici hamle üstten ve idâreci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk
teşebbüsler de pâdişhalar tarafından ele alındı. Pâdişahlar tarafından çeşitli
kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu. Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci
Mahmud, Abdülmecîd ve Abdülazîz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin
temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın
şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması
oldu. Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara
cevap verebilmesi sağlanmak istendi.
Ancak
her defâsında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dâhilden ve
hâriçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı. Genç Osman ve Üçüncü
Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmûd Han
(1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gâileler; Abdülmecîd Han
(1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve
Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep
buydu. Meselâ Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) devrinde alınan borçlarla
dünyânın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu. Alınan
paraların yüzde dördü de demiryolu inşâsına harcandı. Ordu ve donanması
güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler,
Abdülazîz Hanın şahsında sömürge imparatorluklarının, dünyâ hâkimiyetlerinin
yıkılışını görür gibi oldular. Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından
çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülazîz Hanın şehit edilmesine,
Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı. Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği
gibi, aynı orduya bir daha sâhip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi.
Abdülazîz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil
etmemekle berâber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askerî yıkımdan
dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı.
Meşrûtiyetin
îlânında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek,
bunların ve bunların hâmiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu
kazanmak arzusu, önemli rol oynadı. Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha
çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi. Osmanlı Devletinin
Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri
verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu. Osmanlı Devleti
zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri
arttı. Öyle ki, son yüz yıllık devri âdeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak
geçti. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok
medenî devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sâhiptiler. Ancak bunun
yanında bâzı mükellefiyetleri de vardı. Meselâ cizye ve vergi verirlerdi.
Devletin son zamanlarında karşılaştığı dâhilî meseleler adâletli ve istikrarlı
bir idâre sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin
tahrik ve teşvikleri yüzündendir. Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin
tespit edilmiş bir politikası vardı. Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler,
Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hâmiliğini üstlenmişlerdi. Katoliklik
Fransızlarca, İkinci Mahmûd Han devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce
resmî mezhep olarak tanıttırıldı. Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve
Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler.
Hıristiyan azınlıkları ilk isyâna sevk eden Çar Deli Petro’dur. Suriye, Lübnan,
Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları,
azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar. Rusya, 1830’lardan
îtibâren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücâdelesine girişti. İngilizler
1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Vâliliği sırasında her il ve ilçede açtıkları
konsolosluklar vâsıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler.
Osmanlı
Devletinde meşrûtiyet konusundaki ilk fikrî faaliyetler, Genç Osmanlılar
arasında başladı. Ebuzziyâ Tevfik, Ali Suâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi, Ziyâ
Paşa ve Şinâsî gibi batı kültürüne sâhip şahıslar, meşrûtiyet gelince devletin
bütün meselelerinin çözüleceğine dâir bir inanç içindeydiler. Devletin, içinde
bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idâre sistemini benimserse
kurtulabileceğini zannediyorlardı. Batı’daki müesseseleri, kendi târihî
gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı.
Bu
sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Sadrâzam Fuâd Paşa tarafından
verâset haklarından mahrûm edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti
aleyhine çalışmalara başladı. Matbûât yoluyla meşrûtiyet mücâdelesine girişmiş
olan Genç Osmanlılar Âlî Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak
Mustafa Fâzıl Paşanın çevresinde toplandılar. Paris ve Londra’da çıkardıkları
gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vâsıtasıyla
yurda sokarak, meşrûtiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar. Ancak Mustafa Fâzıl
Paşa, Sultan Abdülazîz Hanın Fransa seyâhati sırasında pâdişahtan özür
dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç
Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar.
1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda
kalan bütün siyâsî göçmen gruplarının müşterek husûsiyeti, memleketleri
aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu. Genç
Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus
ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümûnelerinden
mahrum kaldılar.
Birinci
Meşrûtiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet ricâlinin çalışmaları neticesinde
îlân edildi. Mütercim Rüşdî Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdârın
yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrûtiyete
karşıydılar. Sadrâzam Midhat Paşa ve Askerî Mektepler Nâzırı Süleymân Paşa ise,
meşrûtiyet taraftarıydılar. Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip, Beşinci
Murâd Hanın yerine getirilmesi meşrûtiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı.
Ancak Sultan Abdülazîz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murâd Hanın sinirleri
bozuldu. Bu sırada vukûa gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni
Paşanın öldürülmesi (Bkz. Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir
gelişme oldu. Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar
arasında İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da pâdişâh oldu. 10 Eylül
1876’da okunan Cülûs-ı Hatt-ı Hümâyûnunla Kânûn-ı Esasî’nin hazırlanması için
Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi. Midhat Paşanın
meşrûtiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar
sadârette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu. Hiçbir devletin anayasasını
tetkik etmediği gibi Meşrûtiyet idâresi hakkında da esaslı bir fikir sâhibi
değildi. Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mîmârı olarak kendisini
göstermek ve makam sâhibi olmaktı.
Kânun-i
Esâsî; on altısı yüksek mülkî memur, onu ulemâdan, ikisi de Ferik (Orgeneral)
rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi
Hıristiyandı.) tarafından hazırlandı. Komisyonda Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl de
vardır. Sadrâzam ve bütün nâzırların pâdişâh tarafından tâyin ve azli, pâdişâha
karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kânûn-i Esasî’de aynen yer
aldı. Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, âyân ve mebûsan meclislerinin
işleyişi, illerin idâresi ayrı ayrı belirtildi. Heyet-i Vükelâya (Bakanlar
Kuruluna) kânun hükmünde kararnâme çıkarmak yetkisi verildi. Pâdişâh istediği
zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sâhipti. Kânûn-ı Esâsî, dar mânâda
kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir. Yasama yetkisinin Meclis-i
Umûmî, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükelâ ile berâber kullanılmasına karşılık
son söz yine Pâdişâha âitti.
Yüz
kırk maddeden ibâret olan ön tasarıda Sadrâzamlık makâmı Başvekâlet hâline
getirilip, nâzırların seçimi de ona bırakılıyordu. Heyet-i Vükelâyı
parlamentoya karşı mesul tutarak Pâdişâhlık makâmını tamâmen sembolik bir mevki
hâline getiriyordu. Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen
kullanabileceklerine dâir bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen
kaldırılıp, Türkçenin resmî dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı. Pâdişâha,
siyâsî bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113. madde,
bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dâhil edildi. Halbuki
bu yetki Tanzimât Fermânı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan
Abdülhamîd Han, Midhat Paşayı iknâ edemedi. Zîrâ Midhat Paşa, ölene kadar
iktidarda kalacağını zannediyordu. Böylece kendi rakiplerini ve muhâlif
olanları sürebilecekti. Midhat Paşa, Pâdişâhın nüfuzunu ortadan kaldırmak için
Kânûn-ı Esâsî’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefâleti altına
koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı. Midhat
Paşa, buna mâni olamadığı için, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa başta olmak üzere
hayli tenkit edildi. Nâmık Kemâl; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul
etmeyiz. Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrûtiyetten vazgeçilmelidir.”
diyordu.
O
sırada toplanan Tersâne Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Vâlisi
Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Bâbıâlî’yi tebrike geldi. Kânûn-ı
Esâsî 23 Aralık 1876’da Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Paşa tarafından ulemâ,
askerî erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemâat reisleri önünde Bâyezid
Meydanında okundu. Toplar atılarak Kânûn-ı Esâsî îlân olundu. Hâriciye Nâzırı
Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kânûn-ı Esâsî’yi îzâh etti.
Meşrûtiyetin
mîmârı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü
geçen 113.maddeye dayanılarak sürgün edildi. Sadrâzamlığı esnâsında
Bosna-Hersek eyâletinde başlayan Hıristiyan isyânını durdurmak için Türk
bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emretmiş ve tatbik
ettirmişti. Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı.
İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek
Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker
ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümâyişler yaptırıyordu. Bunu duyan Nâmık
Kemâl ve Ziyâ Paşa onu desteklemekten vazgeçti. Pâdişâhın aleyhinde çeşitli
yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamîd Han,
İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi.
19
Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebûsan büyük bir merâsimle açıldı. Dârülfünûn
(Üniversite) için yapılan binâ, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi.
Meclisi bizzât İkinci Abdülhamîd Han açtı. Pâdişâhın nutkunu Mâbeyn Başkâtibi
Küçük Saîd Bey okudu. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi
kendi iç idârelerinde muhtar eyâletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki
dereceli bir seçimle parlamentoya girdi. Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi
oldu. Meclisin, hükûmeti düşürme yetkisi yoktu. Birinci Meşrûtiyetin Osmanlı
parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu.
Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri
olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı.
Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da
bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını
isteyebiliyordu. Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya
koyamıyorlardı. Bunun üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i
Mebûsan’ı süresiz olarak tâtil etti. Böylece, Birinci Meşrûtiyet 1 yıl 1 ay 21
gün sürmüş oldu. Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı. Milletvekillerinin
görevleri sona ermesine rağmen, âyân üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son
verilmedi. Âyân üyeleri, hayatları boyunca “Âyân Üyesi” ünvânını taşıdılar.
Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrûtiyet
parlamentosuna dâhil edilmişlerdi.
Meşrûtiyetin
ikinci defâ îlân edilip süresiz tâtile giren Meclis-i Mebûsanın yeniden
toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmânî ismiyle birkaç kişi arasında
kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı. Bu cemiyet daha sonra İttihat ve
Terakkî ismini aldı. 1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye,
Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı. Hükûmete ve Pâdişâha
muhâlif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı. Sıkı şekilde tâkip edilmeye
başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Paris, Napoli,
Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükûmet aleyhine,
Meşrûtiyetin îlânı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya
başladılar. Fransız İhtilâlinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merâsimleri
dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rızâ da orada kalarak Jön Türk hareketinin
liderliğini ele aldı. Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı
layihalarda o da meşrûtiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı. Ancak Jön
Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibâret kaldı. Osmanlı
Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dâir araştırma ve yayın faaliyetinde
bulunamadılar.
Jön
Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sâhibi olmak hüviyetini
taşımıyorlardı. Ülkenin ve çağın sosyal, siyâsî şartlarından habersiz, gerekli
fikir olgunluğundan mahrumdular.
İttihat
ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı. Kongreye İttihat ve
Terakkî üyeleri Prens Sabahaddîn ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni
komitacı reisleri katıldılar. Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri
Meşrûtiyetin îlânı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere
göre mahallî muhtâriyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil
ediyordu. Ahmed Rızâ ile Prens Sabahaddîn arasında kongrede ortaya çıkan
anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep
oldu.
Ahmed
Rızâ, Meşrûtiyetin îlânı için yabancı devletlerin müdâhalesi fikrini
reddederken Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens
Sabahaddîn bunu savunuyordu. Yine bu kongrede hâtırât yazılmaması, bu işin
teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu
heyet teşekkül ettirilmemiştir. Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin
de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine âit İttihat Terakki
hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır. Almanya 1898’den îtibâren Meşrûtiyet
idâresi için İttihat ve Terakkî hareketine gizlice yardım etmeye başladı.
İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya
başladılar. Fakat bu ihtilaf Meşrûtiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı.
Sultan
İkinci Abdülhamîd Han sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin
hâkimiyetinde olan bir meclis yapısına müsâit yeni bir anayasa hazırlattırıp,
tatbik ettirmeyi düşünüyordu. Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu
subaylarından, Enver ve Niyâzi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik,
Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet îlân edildi. Bunun üzerine
Sultan Abdülhamîd Han 23 Temmuz 1908’de Kânûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe
koymak zorunda kaldı. Rumeli’de büyük gösterilerle îlân edilen Meşrûtiyet,
İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı. Saraydan
vilâyetlere gönderilen bir emirnâme ile Kânûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girdiği
belirtilerek Birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânunu mûcibince
seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi. İkinci Meşrûtiyet
bir fikir ve doktrin hareketi değildi. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu
şartlara göre Meşrûtiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve
tesbit etmek gereği de duyulmamıştır. İttihat ve Terakkî hareketinin ise
kendine âit bir lideri, programı ve fikri yoktu. Meşrûtiyetten önceki gizliliğini
sonra da devâm ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve
cinâyetlere yol açtı. İttihatçılar yeni kurulan hükûmette vazîfe almayıp,
vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın
dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye
edildiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han muhâliflerini maaşla merkezden
uzaklaştırırken, İttihatçılar sûikast tertipleyerek öldürmeye başladılar.
İkinci
Meşrûtiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar. Îlân edilen
umûmî afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen
komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi. 17 Aralık
1908’de toplanan Meclis-i Mebûsandaki azınlık mebusları ekseriyette olup,
meclis, Birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sâhası hâline
geldi. Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi,
Sandasky de dâhil olmak üzere mebus seçildiler. Sason İsyânı tertipcilerinden
Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular.
Balkan Harbinde dünyâ askerlik târihinin en son kale müdâfilerinden Hasan Rızâ
Paşayı İşkodra Muhârebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın
hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad
Toptanî ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı. 266 mebustan sâdece 137’si
Türk’tü.
31
Mart Vak’asından sonra Kânûn-ı Esâsî’de çok büyük değişiklikler yapılarak
pâdişâhın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı. Veto
yetkisi kaldırılarak, nâzırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi.
Bundan sonra pâdişâhlık makâmı hilâfet ve saltanatın kaldırılışına kadar
sembolik yetkileri olan bir mevkî hâline geldi. Sultan Beşinci Mehmed Reşâd,
meşrûtiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek pâdişâh oldu.
0 yorum:
Yorum Gönder